
“Söz gider, yazı kalır” diye bir vecize vardır. Doğruluğunun en büyük kanıtı Türk tarihidir. Beş bin yıllık tarihimiz var. Yaşanmış doğal felaketler, büyük savaşlar, kazanılımış nice zaferler, acıları asırlar sürmüş mağlubiyetler, üç kıtaya uzanmış göçler, yeni yurtlar ve komşular. Bu bizim beş bin yıllık yazılmayan tarihimizdir. Günümüze ulaşmış birkaç destan parçası, dikilmiş birkaç yazılı kaya, masallar ve dilden dile günümüze ulaşmış atasözleri. Yani şunu demek isterim. Dünya tarihinin son beş bin yılına mührünü vuran Türk milleti maalesef yaptıklarının ve yaşadıklarının tarihi yazmamışlardır. Komşularımız bizim için ne demiş, neler yazmışlarsa onların dedikleriyle tarihimizi takip etmek zorunda kalıyoruz. Çok uzun süren Orta Asya tarihimizi Çin kaynaklarından, İslâm sonrası tarihimizi Arap kaynaklarından, Anadolu ve Balkanlardaki maceramızı Bizans, Ermeni, Gürcü ve Süryani kaynaklardan; XVI. Yüz yıldan XX: yüz yıl başlarına kadar tarihimizi Batı ve Rus kaynaklardan takip ediyoruz. Çanakkale zaferimizi ve İstiklâl savaşını bile Batı kaynaklarını referans göstererek yazıyoruz.
Cumhuriyetle birlikte ATATÜRK’ÜN öncülük ettiği tarihimizi araştırma ve yazma çalışmaları hız kazanmış, yapılan kurultaylar meyvesini vermiş, eski tarihimizden esinlenen romanlar, şiirler yazılmaya, filimler yapılmaya başlanmıştır. Abdullah Ziya Kozanoğlu Kızıl Tuğ ve Nihal Atsız Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor adlı romanlarıyla edebiyatımıza Orta Asya Türk tarihini günümüze taşımışlar ve gençliğimizde büyük dalgalanmalar meydana getirmişlerdir. Yıldırım Niyazi Gençosmanoğlu 900 yıl sonra Malazgirt zaferinin, Arif Nihat Asya 500 sene sonra İstanbul fethinin destanını yazmışlar ve büyük bir milli heyecan oluşturmuşlardır. Çanakkale zaferimizin destanını Mehmet Akif, İstiklâl savaşımızın marşını Mehmet Akif, destanını da Nazım Hikmet yazmıştır. Her ikisi de sistemin dışına itilmiş bu şairlerimiz olmasa yakın tarihimizin büyük olayları şüphesiz ki destandan mahrum kalacaktı. Bir milleti tarihi mecrasında yok olmaktan kurtaran bu iki büyük hadisenin birincisinin henüz romanı yazılmamıştır. İkincisinin ise Halide Edip Adıvar Vurun Kahpeye, Türk’ün Ateşle İmtihanı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu Yaban romanı ve son olarak Turgut Özakman Şu Çılgın Türkler romanıyla bizim için mahşeri andıran o günleri ölümsüzleştirmişlerdir. Şüphesiz İstiklâl savaşımızın yegane ve doğru tarihini ise muzaffer komutanımız MUSTAFA KEMAL ATATÜRK yazmış, Nutuk adını verdiği bu tarih bütün belgeleriyle TBMM’sinde okunmuştur.
Tarihimizin karanlık dönemlerinden biri de şüphesiz bizim İslamlaşma maceramızdır. Bu dönem VII.Yüz yıldan XII. Yüz yıl başlarına kadar süren uzun bir dönemdir. Hemen, hemen ciddi hiçbir milli kaynağımızın olmadığı bu dönem için yegâne kaynaklar Arap tarihi kaynaklarıdır. Emevi ve Abbasi’lerin olayları tek yanlı ele alıp yazdıkları tarihlerin inandırıcı olmadığı son araştırmalarla anlaşılmıştır. Son dönemde yetişen önemli İslâm tarihçilerinden Prof.Dr.Hakkı Dursun Yıldız’ın yazdığı Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi ve kitaplarına göz ve gönül yaşını sindirmiş Büyük insan Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı’nın yazdığı sayıları otuzu bulan konuyla ilgili değerli kitapları konuyu karanlıktan aydınlığa çıkarmıştır. Sayın Kitapçı “Hz. Muhammed’in hak peygamber olarak gönderilmesinden sonra Türklerin Müslüman olmalarından daha önemli, daha büyük olay yoktur” diye değerlendirdiği bu dönemin edebiyat kısmı önemli bir eksiklik olarak görülüyordu. İşte bu eksikliği doldurmayı Hemşerimiz ilahiyatçı yazar Sadık Güner kendini görevlendirmiş görünüyor.
İşte Sadık Güner’in BUHARA’NIN İMAMI adlı romanı bu amaçla yazılmıştır. Aslında bu roman daha önce yazdığı ÇIĞLIK romanının devamı niteliğindedir. Bu roman için sadık Güner “Elinizdeki bu çalışma, Hz. Ömer’in ilk dönem İslâmlaştırma faaliyetleri ile başlayıp Horasan valisi Kuteybe b. Müslim’in 96 (M.715)yılında katli ile son bulan Emeviler’in tartışmalı dönemini konu edinmektedir” notunu düşmüştür. Demek ki roman miladi 636-715 tarihleri arasındaki olayları içine almaktadır.
Roman Hz. Ömer’in halife olduğu dönemde İran’ın fethiyle Arap-İslâm orduları daha doğuya doğru seferlere başldılar. Bu seferlerden birisi de Ahvaz’ın Alaş obasına yapılandı. Bu sefer sırasında esir alınan Sanberk ailesi satılmak üzere Medine’ye götürüldü. Orada Habeş’li Eslem ailesi ile tanıştılar. Eslem bir İslâm askeriydi ve iyi davranışlarıyla Sanberk ailesinin de Müslüman olmasını sağlamıştı. Sanberk’le Eslem anlaşarak Alaş’a dönerek oraya yerleştiler. İşte roman burada başlamaktadır.
Önce Eslem sonra da Sanberk İslâm ordularına katılarak yüksek mevkilerde komutan olurlar. Bilhassa Sanberk adından dolayı çeşitli ithamlara, karalama ve iftiralara maruz kalır. En yakınları bile adını değiştirip Arap adı alması konusunda ısrar ederlerse de o adını ve milliyetini değiştirmeye yanaşmaz. Roman bu mecrada devam eder. Bu arada Arapların yerli halklara yaptığı zulümler, onların mallarına, evlerine, yurtlarına hatta namuslarına kadar varan saldırılar anlatılmaktadır. İslam’ı yaymak adına yapılan bu çirkin tecavüzler yerli halkların direnciyle karşılaşır. Direnen bu halklara İslâm dışı uygulamalar reva görülür. Ağır vergiler, katliamlar, köleleştirerek onları uzak diyarlarda pazarlamalar ve zenginliklerine el koyup açlık ve sefaletle karşı karşıya bırakmalar sıradan muameleler arasındadır. Arap orduları oralara İslâm’ı götürmekten ziyade zenginliklere el koymak için geldiklerini, direnenleri ise dövüp öldürmekten zevk aldıklarını göstermekten çekinmemektedirler. Onları fakirliğe, açlığa terk etmekten, yılgınlığa düşürüp itaate ve hizmete zorlamaktan adeta zevk almaktadırlar. Romanın kahramanı Sanberk bu tür uygulamalara direnen bir komutandır. Ancak gücü bu uygulamaların tümüne engel olmaya yetmemektedir. Hatta bu direnmelerinden dolayı adı da sebep gösterilerek iftira ve hak etmediği muamelelere maruz kaldığı görülmektedir.
Sanberk’in oğlu Batur da İslâm ordusu komutanlarından biridir. O da babası gibi adına sahip ve sadık birisidir. Bir görev öncesi vali ile olan muhaveresiyle yazımı sonlandırmak istiyorum. Vali olan Ubeydullah ile buluştuğunda vali kendisine “Hoş deldin Ömer komutan. Allah mübarek eylesin” der. Batur kendisine “Hoş bulduk Komutan hazretleri, Lâkin benim adım ömer değil Batur’dur Babamınki de Abdullah değil Sanberk” der. Vali şaşkınlıkla “Nasıl olur, sen de baban da Müslümansınız. İsminiz nasıl kâfir ismi olabilir” diye karşılık verince tarihi cevabını valinin yüzüne haykırırcasına “İsim kâfir olmaz vali hazretleri, Kalp kâfir olur. İman, kelime-i şahadete inanmak ve söylemekle olur”der.
Türklerin İslâmlaşma süreci neden iki buçuk asır sürdü sorusunun cevabını öğrenmek isteyenlere kitabı hararetle tavsiye ederim. Edebiyatımızdaki bir boşluğu doldurmaya kapı açtığı için Sadık Güner’i tebrik ederim. İnşallah kendisinden ve onu örnek alan diğer yazarlarımızdan devamını dilerim. Kitap “kdy.kitap yurdu.com” adresinden temin edilebilir.
Bir başka konuda buluşmak üzere. Kalın sağlıcakla.
More Stories
Türkiye’de Banka Faiz Oranlarındaki Güncellemeler ve Yatırımcılar İçin Fırsatlar
Sağlık Bakanlığı’ndan İstihdam Hamlesi: 419 Sürekli İşçi Alımı yapılacak
Google’dan kullanıcılarına kritik güvenlik güncellemesi tavsiyesi